Bu yazıyı, son 20 yılda hayatımızın her noktasına giren, tüm dünyayı etkisi altına alan, tutum ve davranışları, geleneksel kültürleri değiştiren, internet devrimine atfen kaleme almak istedim.

Günümüzde, neredeyse bir vatandaşlık hakkı gibi görülen sosyal medya ile interneti, birbirinden hem kavramsal, hem de teknik anlamda ayrı tutmak gerek. İnternetin, kazandığı mobil yeteneklerle insanlar için vazgeçilmesi zor yeni alışkanlıklar sunduğu bir gerçek. Diğer yandan, bu becerilerin insana değil de teknolojiye has olması bakımından, internet öncesi dönemde bir gece önceden şehrin ortasında bir yere randevu verip buluşan insanların, günümüzde salt bir yerde buluşabilmek adına birbirlerine uydular üzerinden lokasyon işareti gönderip, bir de özel yazışma programından “neredesin” diye yazarak birbirini bulma çabasının bizi daha akıllı bir toplum haline getirmediği çok açık.

Livaneli şarkılarını çok severim ve özellikle de şu mısrayı:

“Düşeceksen bir gün düşüp ardıma… Kula değil, yüreğine sor beni.”

Kul da, yürek de out! Artık Siri’ye sormak gerekiyor.

Sokrates bırakın mobil teknolojileri bir yana, yazının icadının bile insanları aptallaştırdığını söylemiş.

Bir teknoloji fetişi yaşanıyor. İnsanları eskiden olduklarından daha donanımlı, ancak daha aptal hale getiren bu yeniliği gerçekten ne kadar tanıyoruz, tartışılır.

İnternetin önemli bir icat ve güçlü dönüştürücü özellikleri olan bir altyapı olduğu kesin. Buna karşın, insanların internet üzerinde kullandıkları sistemleri kendi zihinlerinin bir alt bileşeni haline getirmeleri, diğer bir deyişle, hafızamızı kiraladığımız bir taşeron olarak interneti kullanmak, bizi doğal olarak onsuz yaşayamaz hale getiriyor.

İnternet üzerinde kurulan ekonomik girişimler ise kapitalizme ait ayrı bir ekosistem. Hem sosyal medyayı, hem de e-ticareti kapsayan bu ekosistem, bir yandan insanların hayatını kolaylaştırıyor ve değiştiriyor, bir yandan da insanların becerilerini kısıtlıyor.

E-ticaret ve dijital ortama taşınan bazı kamu hizmetleri hayatlarımızı kolaylaştırırken, özellikle coğrafi nedenlerle bazı hizmetlere erişmekte veya belli konularda dayanışma göstermekte zorlanan topluluklara da yeni fırsatlar sundu. Sosyal medyayı bunun biraz dışında ve niteliksel anlamda çok daha farklı bir yerde gördüğümü açıkça söylemeliyim.

Sosyal medya, çoğumuzun düştüğü yanılgıyla, internet gibi bir altyapı değil, birer ticari girişim ve temelde eğlence portalı. Aslında sundukları temel özgürlük becerilerinin asıl nedeni, ticari olmaları ve eğlence vaat etmeleri. Bir örnek vermem gerekirse; Twitter, Donald Trump, Kemal Kılıçdaroğlu veya Dalai Lama siyasi veya felsefi vizyonlarını açıklayabilsinler, Prof. Dr. Bilmem Kim ile karşıt görüşlü Prof. Dr. Bilmem Ne özgürce siyaset yapabilsinler diye kurulmadı. Bu tür profillerin zaten topluluklara hitap etme ve propaganda üretme becerileri ve araçları vardı.

Kim olduğunuzu dürüstçe gösteren veya sahibi belli olmayan bir hesapla var olmanız Twitter’ı hiç ilgilendirmiyor. Herkesin orada kendini özgür ifade etmek için var olmaya çalışması ise Twitter’ın asıl ticari hedefi. Özgür derken, ‘dilediğince’ demek istiyorum.

Twitter özgürlükleri savunmuyor; bu ilkeyi paraya çeviriyor, dersek yanlış olmaz.

Benzer ifadeleri, bu alanın esas yol açıcısı Facebook için de söyleyebilirim.

Özgürlüklerimiz adına sosyal medyayı bir hak olarak talep etmek demek, insan toplulukları olarak bize ve görüşlerimize tahakküm etmek isteyen totaliter sistemlere karşı kendimizi bir başka prangaya, sosyal medyaya bağ(ım)lı hale getirmemiz demek.

Biri çıkıp Twitter, Facebook, Tinder gibi uygulamaları ekonomik ve sosyal girişimcilik adına destekliyorum derse bu kişinin burada neler döndüğü konusunda biraz daha farkındalığı yüksek biri olduğunu iddia edebilirim. Ancak özgürlüklerimiz asla sosyal medyada yapabildiklerimiz ile açıklanmamalı veya ölçülmemelidir. Bu bir tuzaktır.

Veri mülkiyeti çok az bilinen bir konu

Sosyal medya şirketleri, kurdukları bloglara kullanıcılar tarafından yerleştirilen tüm verilerin tek ve mutlak sahibi. Kendi adımıza yüklediğimiz her türlü verinin tabi ki kullanım hakkı bizim ancak ticari ve hukuki anlamda sahibi, veriyi yüklediğimiz andan itibaren biz değiliz. Burada şöyle bir durum var:

Aslında kişisel verilerimizi, belli bir süreyle, kullanım haklarının sadece bir kısmı bizde kalmak şartıyla, başka bir şirkete satıyoruz. Evet, bedavaya. Çünkü sosyal medya hizmetleri ücretsiz. Kendimize ait verilerin üst kullanım hakları bizde kalıyor ama mülkiyeti söz konusu blogun sahibi olan şirkete geçiyor.

Ne kadar saçma bir şey yaptığımızı biraz düşünün! Ama bu, yasal.

Diyelim ki belli ücretle abone olduğunuz bir sosyal medya hesabı söz konusuysa, bu durumda halka açık hale getirdiğimiz (kendimize ait) içeriklerin kullanım haklarını yine belli bir süre için kendi paramızla (üste para ödeyerek) başkasına satıyoruz demektir.

Düpedüz saçmalık. Normalde hayatın başka hiçbir alanında böyle bir şey olamaz.

Örneğin dün kiminle nerede yemek yediğinizi veya nereye tatile gittiğinizi ve tabi size göre mutlaka sizi takip eden herkesin görmesi gerektiğine inandığınız (!) tatildeki odanızın manzarasını… Yaşadığınız mahalledeki boş bir duvara yazmazsınız!

Ama Instagram’ın, Facebook’un, Twitter’ın duvarında paylaşıyoruz.

Sadece sosyal medyada görünür olmak için, internetin en tılsımlı sözcükleri olan “Terms of use” başlığında “kabul ediyorum” şıkkını işaretleyerek, işte bunu yapıyoruz.

Terms of use (kullanım şartları) onayıyla arka planda kişisel verilerimizi ücretsiz olarak satın alan ve başkalarına satma iznini de bize imzalatan sosyal medya blogu, blogdaki hesabımızı ve içeriğimizi, süslemek, renklendirmek (kişiselleştirmek) gibi seçenekleri de (sağolsun) bize belli bir süreliğine tanıyor.

Bizler, Twitter’da, Facebook’ta, Instagram’da bedavaya çalışan taşeron işçileriz!

Hem bu bloglarda patronun bir sözüyle kovulabilir veya engellenebiliriz.

Silseniz de içerikleriniz saklanıyor

Bunun ticari ve hukuki yanları olduğunu unutsak da, kişisel verilerimizi bedavaya sattığımız sosyal medya şirketlerini bağlayan yerel kanunlar var. Türkiye sosyal medya düzenlemesi yapmayı daha yeni akıl etmiş olabilir ama size daha ilginç bir haberim var:

ABD’de kurulmuş sosyal medya şirketleri (Twitter, Facebook, Google, Instagram vb.) kullanıcılar kendi verilerini ve içeriklerini silse bile, bunları 6 yıl boyunca saklamak zorunda. Bunu ABD yasaları emrediyor.

Diyelim ki, yazdığınız bir yorum veya paylaştığınız bir fotoğrafı hesabınızdan sildiniz. Siz ve takipçileriniz ulaşamaz, ancak şirket onu saklar. Hem de 6 yıl boyunca.

Bence, “sosyal medya haktır” derken, kişisel verilerimizi ücretsiz olarak ABD’li (veya başka ülkelere ait) şirketlere ve onların paylaşmasına izin verdiğimiz 3. taraflara satmamızın ve onlar bu sayede milyarlarca dolar kazanırken, bizim de buna tamamen bağımlı hale gelmemizin ne gibi bir insanlık hakkı olduğunu (!) iyi düşünün.

İnsanların hakları için savunulabilecek, mücadele verilebilecek çok şey var. Çok da mecra. Salt yerimizden kalkmadan, elimize bir mobil cihaz alıp istediğimizi yazabilelim diye, post-modern burjuva hayatı yaşamayı bir insanlık hakkı olarak görmeyelim.

Türkiye boyutuna gelecek olursak, Türkiye’nin sosyal medya düzenlemesi yaparken konuya bakış açısı salt başkalarının üretimlerinden nasıl en az zarar görürüm şeklinde olduğu için zaten eksik ve perspektifi bozuk. Doğru perspektif, adı üznde bir ‘düzenleme’ yapılacaksa, yerli ve milli bir düzen istiyorsak, ilk iş olarak sosyal medya yatırımlarının, girişimciliğinin, ekosisteminin ve sosyal faydalarının tanımları yapılmalı, devlet tarafından bunlara destek verilmeli ve hukuki düzenlemesi de tamamlanmalı.

Hem Türk girişimciler burada güçlenmeli, hem de kendi elimizle kişisel verilerimizi ABD’li, Rus veya Çinli şirketlere verirken, biz neden veri izlemeyi totaliter olmak gibi görüyoruz, buna da bir bakalım.

Ben, Facebook verileri topluyorsa devlet de toplasın demiyorum; devletin toplaması bize ters geliyorsa Facebook’un sahiplerine bunu neden bedava veriyoruz diyorum.

İKİNCİ YAZI İÇİN TIKLAYIN: İNTERNET  DEVRİMİ 2