Az sonra okuyacağınız yazının sonunda bir okuyucu anketi yapsak ve “sizce yazar karamsar bir bakış açısı mı kullanmış” diye sorsak en az yüzde 90 “evet” cevabı alırdık. Aynı insanlara, “yazar sizce gerçekçi bir bakış açısı mı kullanmış” diye sorsak bu kez “evet” oranı en az yüzde 99 olurdu.

Gerçekçi bakış açısına sahip olmanın, iyimser veya kötümser olma tercihlerinden çok daha önemli olduğu bir dönemde olduğumuza inanıyorum. İyimserliği içimizde saklı tutarken, gerçekçi gelecek okumaları yapmanın tam zamanı bence. 

Aman neşemiz bozulmasın seviyesini geçeli uzun zaman oldu. Modernizm modernizm olmaktan çıktı, yobaz bir modernite dayatması olan “iyi olanı kendine al, kötüyü uzaklaştır” felsefesi ve yeni medya marifetiyle tarihin en yüksek seviyelerine çıkan post-truth, her geçen gün gerçeklikle bağların daha fazla kopmasına neden oluyor.

Pandemi dönemi başlamadan önce insanlığın hayatını normal şartlarda sürdürdüğü sanılan günlerde, hemen hemen her alandan gelen küresel ve bölgesel analizler, araştırmalar, uyarılar, çok çeşitli alanlarda bir felaketin içinde olduğumuzu, henüz felakete düşülmemiş alanlarda felakete çeyrek kaldığını ve dünyada her şeye en fazla zarar veren konu olan küresel iklim değişikliği ve çevresel zararların artık geri dönülemez, bir başka deyişle onarılamaz boyutlara geldiğini gösteriyordu.

Her şeyi hemen durdursak bile dünyanın ve çevrenin kendini temizlemesi için birkaç nesillik ömre ihtiyaç vardı… Ve durmuyorduk. Hızla ilerliyorduk.

2030 hedeflerini yakalamak için herkes gönüllü değildi ama diyelim ki herkes katılsa bile tutturulacak hedef zararın azaltılması veya bir şeylerin tamiri değil, atmosferin ısınma hızının yavaşlaması olacaktı. Sevindiğimiz, savunduğumuz hedef, oluşmaya devam eden zararın biraz yavaşlaması. Daha anlaşılır bir şekilde söylemem gerekirse, Paris İklim Anlaşması ve Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDG) kıyameti 100 Mbps hızla dünyaya indirmeye çalıştığımız bir yerde hızı 50 Mbps’ye indirmeye çalışmak demekti. Kıyamet yüklenmeye devam ediyordu!

Ancak bizim derdimiz bu değildi:

Hepimiz tek tek zenginliğin, şöhretin ve tüm iyiliklerin bize gelmesi için upuzun bir sırada bekliyorduk. Dünyanın daha iyi bir yer olması için dua ediyor, dilekte bulunuyor ancak daha da kötü olmasına neden olacak şeyleri yapmaya ve talep üretmeye devam ediyorduk.

Neyi alkışlıyorduk: Bizi zenginlik ve iyi yaşam hayallerimize kavuşturacak endüstrinin, dünyaya verdiği her bir kiloluk zarardan azalttığı birkaç gramı, misal… Ekosistemi yok etmek için üretilen her total zarardan yüzde 1’lik bir tasarruf sağlandı diye birilerini alkışlamak; hey dostum bu modernist kapitalist dünya çok eğlenceli bir yer!

Çok uzun yıllardır, PR danışmanlığı işlerim nedeniyle, KSS, sürdürülebilirlik, çevresel ve sosyal projeler, sosyal sponsorluklar gibi alanların içindeyim. KSS yalanını bırakın başlıklı makalem başta olmak üzere, birçok yazımda sektörlerde ve iletişim sektöründe yapıldığını gördüğüm yaygın yanlışlara itirazlarımı ve önerilerimi dile getirdim.

Sürdürülebilirlik, kurumsallaşma ile itibar yönetimi arasında sıkışıp kalan üst yönetimler için son derece faydalı bir nefes oldu. Olmalıydı. Elbette statüko bu kavramı da hemen sürdürülebilir kârlılık veya finansal istikrar gibi bir şeye dönüştürmekte geç kalmadı. Hayatımıza hangi kavram girerse girsin önce bir umut ışığı beliriyor, sonra kavram yine bin yıllık ezbere dönüşüveriyordu. Gelecek nesillerin soluyacağı nefesi kurtarabilir miyiz diye yola çıkılmıştı KSS işleri ilk başladığında, sürdürülebilirlik felsefesine geçene kadar kendi soluduğumuz nefes bile tehlikeye düştü.

Bu kavram hayatımıza girdiğinden beri büyük bir saygınlıkla ve ilgiyle takip ediyorum. Ancak bana hep orantısız görünen bir durum var:

Sürdürülebilirlik felsefesini, bir ayıyla dans etmeye benzetiyorum.

Ne kadar çabalarsanız çabalayın, hikayenin sonu belli…

Ayıyla danstan ne çıkar?

Ayıyla dans eden biziz, insanlar… Ayı kim diyeceksiniz? İzaha gerek kaldı mı bilmiyorum ama ayı dünyayı bu geri dönüşü, kurtuluşu olmayan kıyamet yolculuğuna sokan vahşi kapitalist, materyalist, anti-hümanist, merkeziyetçi yönetim modellerine taktığım isim. Keşke sanıldığı gibi dünyayı 5 aile yönetiyor olsaydı. O zaman gerçekten tüm kötülüklerin ve sorunların ortadan kalkma şansı olurdu. Ancak dünyayı bu hale getiren kötülükler o kadar yaygın ve o kadar çoğaltılarak tekrar ediliyor ki, kendi başına bir pandemi sayılabilir kötülük ve benmerkezcilik.

Gündelik hayatta pek bilinmez ama bu ayının kriz tanımıyla toplumların kriz algısı aynı değildir. İki şey söylemekle yetineyim; insanlık için maliyeti ne olursa olsun her krizden kâr edebilirler… İkincisi, siz gelecek için hayaller kurarken bir sonraki krizin tarihini önceden doğru tahmin edebilirler. Zaten bu tahminleri doğru yapmaları, toplumların genelinde dünyayı kapitalist bir avuç ailenin yönettiği algısını güçlendiriyor çoğu zaman ancak size şöyle bir sır vereyim; doğru tahmin etmelerinin nedeni geleceğe senin-benim gibi ümitle değil, veriyle bakıyor olmaları.

Küresel bir markanın Türkiye’de görev yapan ülke yöneticisi markanın Türkiye’de kriz bekleme süresinin 7 yıl olduğunu bir toplantıda ağzından kaçırması üzerine yöneticiyi bu bilgiyi konuşmaması yönünde uyarmıştı. Sen ülke süper gidiyor derken, o kriz bekliyor. Sanmayın ki krizi onlar tasarladığı için bunu biliyor, sadece hazırlıklarını ve planlarını ona göre yapıyor. Zaten bizim gibi ülkelerde krizler hızlı ve sık sık gelişebiliyor. Biz krizlere karşı daha dayanıklı hale getirmeye çalışmak yerine sürekli olarak bunu başımıza kimin ördüğüyle (dedikoduyla) ilgileniyoruz.

Ayıyla dans bir yana, bu danstan kendine ekmek çıkaran başkaları da olmaz mı? Oldu: Fütüristler.

Hazır insanlık gerçeklikle bağlarını koparmışken, her geçen gün kendini yenileyen teknoloji ve bilişimin de marifetiyle iyice ısınan fütüristler, dünyayı giderek daha da içinden çıkılmaz bir felakete sürükleyen teknolojik gelişmelerin, çok yakın zamanda (her nasılsa) hayatımızı daha da basitleştireceğini, güzelleştireceğini (!) gösteren videoları sosyal medyadan paylaşarak buradan şöhret devşirmeye kalktı. 

Materyalizmin birer neferi gibi, geleceği hiç de ihtiyacımız olmayan teknolojilerle çerçeveleyip hepimize satmaya kalktılar. Gelecek neden öyle olsundu? Fütüristin bireysel şöhret ve zenginlik merakı, onun geleceği görmekte bu denli kör olmasına neden oluyordu. Kapitalizm sevdalısı bir girişimcinin uçan taksi projesi yapıp paylaştığı videoyu kopyalayıp kendisi fütüristmiş gibi takipçileriyle paylaşarak binlerce like alan fütüristi, 2031 yılında Seferihisar’da organik domates ektiği bahçesini çapalarken yerinde inceleyebilirsiniz. Emekli maaşını da Ziraat’ten çekiyor olacak.

Sizi bilemem ama ben insanlıkla ilgili merak ettiklerimi ve sorularımın yanıtlarını gelecekte arayan bir insan değilim. İçinde var olup olmayacağımı bile bilmediğim ve asla bilemeyeceğim bir geleceğin neye benzeyeceği konusunda isabetli tahminde bulunduğum iddiasıyla kendime itibar arayacak kadar itibar açlığım da yok. Ancak cevaplar nerede derseniz, onların sadece geçmişte olduğunu söyleyebilirim.

Bu kadar kendimize düşmek yerine, bu kadar kavram eskitmek yerine…

Var olan sisteme basit ama gerçekçi bir soru sormak yeterliydi:

Böyle ne kadar gidebiliriz?

Şöhret peşinde olmayan bilim insanları bu sorunun net cevabını hemen verebiliyordu:

Bir gün daha gidemeyiz…

Ama bu iç karartıcı gerçekle ilgilenemeyecek kadar bireysel tatmin alanlarımızla meşguldük artık. İşimiz, inanıyorsanız Allah’a, inanmıyorsanız bile mucizelere kalmıştı.

Pandeminin iyi tarafı: Her şerde bir hayır

Çin, Wuhan, böcek, yarasa, üçüncü dünya savaşı teorileri, Bill Gates, Rockefeller gibi fenomenleri bir yana koyarsak, Covid pandemisinin başlamasıyla insanlık hiç planda olmayan bir fırsatla karşılaştı. Sokakların kapanması, insanların evine çekilmesi ve ekonominin durmasıyla birlikte üretim de tarihin en düşük seviyelerine indi. Yaşamsal ürünlere erişim zorlaşırken, yaşamsal olmayan (Netflix dizileri gibi) ürünlere talep arttı. Endüstrinin yavaşlaması ve uluslararası ticaretin ve dolaşımın neredeyse durma noktasına gelmesiyle modern kapitalizm tarihinde hiç görülmemiş bir yavaşlamaya girildi.

Havada, karada ve sularda gözle görülür bir iyileşme yaşandı. Bunun kalıcı bir iyileşme olmadığını, kozmetik bir iyileşmeyle karşı karşıya olduğumuzu, pandemi sonrasında (yaşananların da hıncıyla) daha yıkıcı ve tüketici bir tabloya işin gideceğini tahmin ediyorduk. Ancak bu haliyle bile olsa bir küresel yavaşlama, yarattığı sosyal ve ekonomik yıkımlar bir yana, tüm insanlık için yeni bir gelecek tasviri üzerine düşünüp tartışma fırsatı getirmişti.

Ancak bir kez daha, insanlık dönüp bu fırsata bakmadı. İlgilenmedi bile!

Çıkalım mı, gezebilir miyiz, arada tatil yapalım eksik kalmasın, uçuşlar açılsın gidelim, gelelim, görelim, yiyelim, içelim, farklı yerlerde bulunalım, eh tabi ki story’si var, like beklentisi var, bu açlıkların mutlaka doyurulması lazım derken aşı haberleriyle birlikte insanlık durup da “ne oluyor” ve “neden böyle oldu” sorularını sormak yerine yine fırsatı harcadı.

Pandeminin iyi bir tarafı yoktu, çoktan yüz binlerce insan ölmüştü ama her şerde bir hayır aramak gerekirse, pandemi insanlığın biraz durup neyin içinde yaşadığına, sürdürülebilir olup olmadığına, böyle devam ederse gerçekten neyle karşılaşacağımıza bakmak için süper bir fırsat sunmuştu.

Son yüz yılda iki kez dünya savaşı adı altında milyonlarca genci, sivili, insanı katleden insanoğlu, küresel krizlerin üstesinden gelmek için neler yapabileceğine bakmak şöyle dursun, pandemiyle başedebilmek için bile küresel bir işbirliği modeli kuramadı.

Bu kriz dikkatle bakanlara şunu da ispat etti ki, dünya artık çok daha başı boş bir yer.

Sanki pandemi öncesinde her şey daha belirliymiş gibi, pandeminin yarattığı şartlara bakıp bakıp şunu sordu akıllı (!) canlı: “Pandemiden sonra hayat nasıl olacak?”

Bu sorunun içinde sanmayın ki küresel dengesizlikler, haydi küreseli geçtim, kendi mahallesinde her gün gördüğü trafik ışıklarındaki dilenci çocukların geleceği, eğitimi, sağlığı, şerefi gibi yerel dengesizlikler filan var. Tabi ki hayat nasıl olacak derken kendi tatmin alanlarında yine serbest gezip gezemeyeceğini merak ediyor. Başka derdi zaten hiç olmadı ki…

Ne yapabiliriz?

Pandemi atlatılsa bile hem yeni pandemiler yolda, hem de farklı yerel, bölgesel ve küresel krizler. Gelir adaletsizliği, eşitsizlikler ve sağlıklı barınma ve gıdaya erişimsizlik zaten üçüncü dünya savaşı için yeterli şartları hazırlıyor. Pandemi bitince bir şey bitmiş olmayacak. Pandemi bir antrenman. Bu daha başlangıç…

Evet, yeni başlıyoruz!

Şunu kabul edelim ki, sistemin düzelme şansı sıfır. İnsanlık o bilinçten çok çok uzakta. Aydınlanma diye yola çıkanlar bile yobazlıktan kırılıyor. Herkes cevapları biliyor ama insanlar soruları unuttu!

Yapılabilecek iki önemli şey var, bana göre; acilen ve her şeye rağmen:

1. KADINLARIN DEĞİŞİME DOĞRUDAN KATILMASI

Kadınlar bugün maalesef kültür, inanç, gelenek gibi baskın unsurların etkisiyle insanlığın edilgen yarısı. Dünya halen ataerkil ve maskülen yönetim biçimleriyle yönetiliyor. Sonuç da ortada.

Değişim maskülen bir kavram değil. Aksine, feminen. Değişimi yönetmeye kalkan erkekler, kadınların iş gücüne, hayata, eğitime katılımını, cinsiyet eşitliğini, fırsat eşitliğini, değişimin unsurlarından biri olarak konumluyor. Ben kadınların, erkekler tarafından yönetilen değişim planlarında kölelikten azledilir gibi lütfedilmiş haklarla eşitliğe erişmelerinden bahsetmiyorum. Dünyada bir değişim olacaksa, bunu kadınlar yapmalı diyorum! 

Evet, erkekleri kenara iterek. Erkekleri dışarı atarak değil ama erkekleri de değişime katarak, kadınların liderlik edeceği bir küresel değerler değişimine ihtiyaç var. Bence kalıcı değişimlerin kilit unsuru kadınlar!

Neleri mi değiştirmeliler: 

Üretim biçimlerini, çalışma biçimlerini, aile yaşam biçimlerini, eğitim biçimlerini, dili, eğlenceyi, yerel ve sosyal örgütlenmeleri, tüketim biçimlerini, hukuk dilini, temyiz felsefesini, suç-ceza ilişkisini, ücret ve ödeme modellerini…

Bunu kendi adıma değil, tüm insanların doğmamış torunları adına öneriyorum.

Yanılırsam söylersiniz; bir sonraki küresel devrimi zaten kadınlar yapacak. Bunu şimdi yapmazlarsa, medeniyet her şeyi yok ettikten sonra yapmak zorunda kalacaklar.

2. YENİ BİR İNSANLIK MANİFESTOSU YAZMAK

Bildiğimiz evrendeki en zeki varlıkların bence artık yeni bir manifestoya ihtiyacı var. İnsanlığı değil vatandaşlığı tarif eden “anayasal birey” yeteri kadar kutsandı bana göre. Bunun insanlık için yeteri kadar felaket üretmediğine inananlar statüskoya secde etmeye devam edebilir. İnsanı hiç tanımlamadan yöneten sistemleri kurmuşuz ve içinde insan olmayan sistem ve kavramları yüceltiyoruz.

Bana göre, insanı sadece insan olarak ele alan yeni bir küresel manifesto yazmanın zamanı geldi, geçiyor. Öyle ki, tüm devletlerin de anayasalarına, insanlık manifestosunun ilk maddesini, kendi ilk maddeleri olarak eklemeleri sağlanmalı.

“İnsan, akıllı, onurlu, zaman kısıtlı ve fiziken düşkün bir varlık olarak, var oluşunun gereğini yerine getirmek amacıyla düşünceleri ve görüşleriyle, yaşamını sürdürmesini sağlayan temel ihtiyaçlarıyla, varlık olarak nitelikleri ne olursa olsun onuru ve şerefiyle, içinde var olduğu tabiatın eşit bir üyesi ve haklar bakımından kendisi farklı bir yol izlemedikçe temel insanlık haklarından yararlanmaya doğal hakkı olan küresel bir değerdir. İnsan için üretilmiş sistemler, insanı merkeze almak zorundadır ve yazılmış olsun veya olmasın tüm devletlerin anayasalarının ilk maddesi ‘İnsanlık Manifestosu’nun ilk maddesini tanır ve kabul ederiz’ olarak değişmiştir.”

Sonuç: Ayı bizi öldürmeden, biz ayıyı öldürmek zorundayız

Temel bakış açılarımızı değiştirmeden hiçbir alanda kalıcı ve sürdürülebilir değişimler yaratmamız mümkün değil. Ve değiştirmezsek hiçbir şey bildiğimiz gibi devam edemeyecek ve yok olacak.

Ben artık bu ayıyla daha fazla dans etmenin ne zenginlere, ne yoksullara bir faydası olduğuna inanıyorum. Bu ayı bizi öldürmeden, bizim bu ayıyı öldürmemiz lazım.

İnsanlık bu değişimi zaten birkaç kriz sonra mecburen yaşayacak ve çok şey yok olacak. Pandemi aslında kıyametten önceki son çıkış. Buradan hangi dersleri aldık filan gibi TED talks tadında, sadece spot altında duranı meşhur eden boş içeriklerle kaybedilecek zaman yok. Bireysellik fetişi ile yeteri kadar herkes kendine zevk edindiyse, artık akıllı, sorumlu ve sencil varlıklar olmamız gerektiğini hatırlamanın zamanı geldi diye düşünüyorum.

21. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkacak geniş anarşik ve kaotik düzene teslim olmak zorunda kalmak yerine yeni bir hümanist ve hukuki değerler sistemini inşa etmemiz gerek. Alıştığımız kimlik ve sıfatlar olmadan, yalın ve fani varlıklar olduğumuzu hatırlayıp bana katılır mısınız bilmiyorum ama siz katılmasanız bile gidişat (pandemide olduğu gibi) sizi buna çok yakında zorlayacak, kendinizi kurtarsanız bile evlatlarımızı veya torunlarımızı kaçınılmaz olarak boğacak.

Bu görüşler de, diğer yazılarım gibi arşivde kalacak elbette. Ancak karıncanın “safımız belli olsun” dediği gibi, ben de bir gün ömrüm sona erdiğinde “en azından söylemiştim” diyeceğim.

Kıyametten önceki son çıkış üzerinde bence hep birlikte düşünmekte yarar var.

Ya da boşverin. Demleyin bir kahve, açın bir dizi…