Türkiye 11 Mart 2020 günü, ülkedeki ilk koronavirüs teşhisinin konulmasından bu yana sinirsel olarak alarmda. Gayet normal. Çok normal… Çünkü hepimiz insanız.

Peki nereye kadar normal?

Hasta sayısının artması, umalım ki olmasın ama hayatını kaybedenlerin sayısının artması, evlere kapanma, can korkusu, iş korkusu, geçim korkusu, gelecek korkusu, sevdiklerinle görüşememe korkusu, hayatını alıştığı gibi sürdürememe korkusu… Ekledikçe ekleriz. Bu dönemlerde beynimiz alarma geçtiği için olmayacak şeye bile bir korku üretmemiz tahmin edemeyeceğiniz kadar kolay.

Tarih boyunca medeniyet ve teknoloji çok gelişmiştir ancak insanlık aynı hızda gelişmemiştir. Biz insanlar, geliştirdiğimiz teknolojiyi bir parçamız kabul edip, onun üstünlüğünü kendi üstünlüğümüz olarak benimsiyoruz. Onun başardığı şeyleri kendi başarımız gibi görüyoruz. Günün şartları içinde yine teknoloji sayesinde elde ettiğimiz doğru veya yanlış tüm verileri de böyle algılıyoruz. Bizim bir parçamız gibi. Kendi gerçekliğimiz gibi.

Bunda ciddi bir sorun var.

Biz kimiz?

Hazır her şey yavaşlamışken bunu tekrar sorun kendinize:

Ben kimim?

Bir örnekle inceleyelim şu meseleyi: Çanakkale savaşlarının yıldönümünden geçiyoruz. Çanakkale’de vatanın savunulması gerektiğinde, bizim gücümüz, bize saldıranların gücünden kat be kat daha azdı. Dahası, Osmanlı ordusu, yüzyıllardır savunma halindeydi ve sürekli olarak toprak kaybediyor, nihayet ana vatanında savunma yapmaya kadar çekilmiş durumdaydı. Aklı başında hiçbir insan, o günün şartları, düşmanla aradaki niceliksel farklar ve teknolojik üstünlük gibi kriterlere bakarak Türklere en küçük bir şans vermezdi. Vermediler de zaten. Çanakkale çıkarmasının planlayıcısı Winston Churchill de bunu defalarca itiraf etti. Hesaba katmadıları çok şey oldu.

Sonuç neydi Çanakkale’de: Zayıf olan taraf kazandı.

Binlerce ölü, yaralı, yitip giden bir kuşak… Ama savunulan ve kazanılmış bir vatan!

“Çanakkale içinde Aynalı Çarşı… Ana ben gidiyorum düşmana karşı” dizelerini çok dinlemişsinizdir. İnsanın tüylerini diken diken eden mısralardır. Bunu duyunca gidenin yerine koyarsınız kendinizi. İşte, içerik bizim düşünce biçimimizi böyle sınırlar. Oysa burada bir ana da vardır, evladına dua edip onun dönüşünü bekleyecek olan… O anayla birlikte dua edecek akraba ve mahalleli vardır. Bu dizeleri yazan vardır. Üzerinden yüz yıl geçtikten sonra dinleyen vardır. Ağlayan vardır… Çanakkale’den sağ dönenler vardır. 

Düşüncemizi içeriğin üzerine çıkarmak ve her zaman resmin bütününe bakmak gerekir. Ben kimim sorusunu sormak erdemdir, anında bir cevap yapıştırmak değil. Cevaplamak için acele etmeyin. Önce resmin tamamını gördünüz mü, ondan emin olun. Sonra kimim sorusunu yanıtlayın.

Aslında her günü böyle yaşamak gerekir ama kriz dönemlerini, bunalımlı olayları atlatmak için de böyle bakmak gerekir. Bu soruya vereceğiniz cevap olaydaki yerinizi de belirler. Doktorların, hemşirelerin, sağlık personelinin yerini seçme şansları yok, Allah hepsinin yardımcısı olsun. Bilim Kurulu başta olmak üzere, Sağlık Bakanlığı da gönülden ve sıkı bir mesai yapıyor. Elbette alınan tedbirler yeterli midir, değil midir, hepimizin bir görüşü var ve olacak. Her yapılanı mükemmel kabul etmek zorunda da değiliz. Emekleri, çabaları yüceltmek de, daha sıkı tedbirlerin alınmasını istemek de vatandaş olarak hakkımız. 

Ben kimim sorusu bu nedenle daha büyük önem kazanıyor. Dünya tarihinde en çok can kaybına neden olan olay, İkinci Dünya Savaşı, 1938 yılından 1945 yılında kadar sürdü… Savaşta sadece askeri çatışmalarda 50 ila 56 milyon can kaybı olduğu, 19 ila 28 milyon insanın da savaşa bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar, salgınlar nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 1940 yılında dünya nüfusunun 2 milyar 300 milyon kişi olduğu tahminiyle bakıldığında (Wikipedia) bu kayıplar çok korkunçtur. İkinci Dünya Savaşı her anlamda insanlık tarihinin en büyük utancıdır.

Savaş sırasında 17 milyon nüfusu olan Türkiye’nin dolaylı nedenlerle kaybı 200 kişidir.

Bu sonucu yaratan stratejik düşünce, ben kimim sorusuna verilen cevapla ilgilidir.

Koronavirüs günlerinde ben kimim diye sormak

Şu günlerin anahtar kelimesiyle soralım bu soruyu kendimize: Tedbir

Bu salgın devam ederken ve ileride bir gün sona erdiğinde tedbirlerini almış, kurallara uymuş, bilimi dinlemiş, aklını çalıştırmış bir insan mı olacaksınız? Yoksa o veya bu nedenle, bahanelerle kendinizi savaşın tam ortasında mı bulacaksınız?

Koronavirüs salgını önemli ve düşündürücü bir sınav aslında. Öyle bir içeriği var ki, bana göre bu şerrin en büyük hikmeti, buna yakalanmak istemiyorsanız ondan saklanmanızı gerektiriyor olması.

Saklanmanın hikmeti ne olabilir? Bireysel olarak sorarsanız, canınızı korumanın en iyi yöntemi ondan uzak durmak, ona temas etmemek. Ama günümüzde bu, adına gündelik yaşam veya rutin dediğimiz şeylerin yüzde 90’ından geri çekilmek anlamına geliyor. Oysa biz modern toplum, üzerimize giyindiğimiz tüm kimlikleri, statüleri, içerikleri ve anlamları orada buluyorduk. Yani dışarıda… Şimdi bunları terk edip, bir yere girip saklanmamız gerekiyor.

Açıkça söyleyeyim; modern yaşam biçimleri hastalığına kendini kaptırmış herkes için bu virüsü bir kez kapmaktan daha korkunç bir olay bu. Çünkü üzerine “ben” inşa ettiğimiz kimliğimizin tüm tamamlayıcıları ve yansımaları oradaydı. Şimdi gidemediğimiz yerlerde:

Alışverişte. İş yerimizde. Unvanlarımızda. Makamlarımızda. Eğlencede. Kafelerde. Kahvaltı mekanlarında. Havaalanında kalkacak uçağımızı beklerken takipçilerimize gideceğimiz yerin adının ucundan gözüktüğü uçak biletimizle birlikte gösterdiğimiz, bir fincan kahvenin filtreli fotoğrafına inşa edilmişti benlikler. Mağazalardan, markalardan ne alalım, ne giyelim üzerine bol takipçili hesaplardan topluma ışık tutanların (!) ve indirimleri, en iyi ve en uygun fiyatı kovalayan tasarruflu (!) kalabalıkların koşturmacalarıydı esas içerik.

Kürsüden, sahneden konulmuş fotoğraflardı… Ben farklıyım derken bile kendini gelenekselin sembolleri üzerinde inşa eden modernlerin çok modern (!) halleri. Çok gezmekti. Çok görmekti. Çok göstermekti. Çok beğenilmekti. Hep dışarıdaydı. Her şey dışarıdaydı.

Korona modern insanların en sevdiği oyuncağı şak diye aldı elinden. Dışarısı yok daha fazla. Herkes içeri… Dikkat edin, tek tek kapanan her yer, daha önce yokluğunda eksikliğini hiç hissetmediğimiz, gitmeye alışık olmadığımız yerler. Milenyum kuşağı için üzgünüm, ben X kuşağı olarak zaten dışarıda bir mekana gitmenin ayıp veya lüks sayıldığı yıllarda doğdum ve büyüdüm. Bırakın bu karantina günlerinde evde elinin altında internetle oturmayı, bir şehirden bir şehire bile telefon edebilmek için numarayı devletin telefon santraline yazdırdığımız ve sıra beklediğimiz günlerden geldik. O devlet şimdi evde interneti olmayana 3 GB hediye ediyor!

Hep söylerim; “her şey bize mi denk geldi” diyenler hiç tarih okumamış olanlardır. Hadi okumadın, bari çok sevdiğin stream platformlarında gerçek olaylar üzerine çekilen filmleri izle. Evine kapandın, elektriğin var, suyun var, internetin var, telefonun var, görüntülü görüşmen var, kitabın, filmin, dizin… Binlercesi var. Ama bunalımda! Neden, çünkü benliğini dışarıdaki tüketim kültürü içinde inşa etmiştin.

Schindler’in Listesi filmini bir izle hadi şimdi. Sonra al eline telefonunu ve Twitter’ı açıp “her şey bize denk geldi ehehe” veya “uzaylı istilası olursa şaşırmam hohaha” filan yaz. Yazabilecek misin?

Ekonomik korkular hariç, kendimizi korumak için evde olmanın nesi kötü olabilir günümüz şartlarında. Biraz sabır, dikkat ve bolca tedbir. Marketler boşalmış-mış. Boşalsın efendim, tarihte hiç olmadığı kadar depoların dolu olduğu, sana hayatın boyunca asla gerekli olmayacak şeylerin bile milyonlarca adet üretildiği bir dönemin insanısın. Korona olmasa, o asla gerekli olmayacak şeylerden gidip ikişer tane daha alacaktın bugün. Otur bir dinlen. Bir dur da sor kendine:

Ben kimim?

Yapamıyoruz!

Neyi yapıyordun ki? Kapitalizm seni kendine düşkün hale getirdi, sen de ona hizmet etmeden asla sürdüremeyeceğin ve taşıyamayacağın bir benlik inşa ettin. Kendini, kendinin kölesi yaptın. Sakın bizleri kapitalizmin köleleri olarak gördüğümü sanmayın. Bayılırım öyle eleştiri yapan salaklara. Ben kapitalizmi çok severim. Kapitali (sermayeyi) faize koyup çatır çatır yemek yerine değer üretmeye çalışır. Ölçüsüzlük kapitalizmde değil, onu kendi zevklerine araç edinen, doymak bilmeyen aç insanoğluna hastır. Vahşi kapitalizm yoktur, vahşilik insanlıktan nasibini almayanlara hastır.

Gidemiyoruz!

Nereye gidiyordun ki? Senden binlerce yıl önce de gezginler gitti, gördü, yazdı, betimledi. Sen üç kameralı telefonunla bir tık bastın diye tarihe nasıl bir not düşüyordun ki mahrum kaldın. Otur tabi, bak en azından senin bu mağduriyetinle karbon gazı salımı da azaldı. Sırf zarardın dünyaya, şimdi yokluğunla değer katıyorsun. Otur da düşün: Ben kimim? Düşün ki, değer katacak bir cevap ara.

Korkuyoruz!

Hayır korkmuyorsun! Her söze “bugünler geçecek” diye başlıyoruz. Hepimiz yaşanan gelişmelerin şokundan buna sığınıyoruz. Yani tedbir alacağız, ya aşısı bulunacak ya havalara direnemeyecek… Bir yerde bitecek ve biz hemen eskisi gibi kaldığımız yerden devam edeceğiz. Senin derdin, korkun, bir önceki duruma geri dönebilmekle ilgili. Sen “çok şükür bu hastalık bizi öldürmedi” diyemezsin çünkü sen virüsün yarattığı bu durumla zaten benlik olarak öldün.

Öleceğiz!

Ama bir dakika! Şike yapıyorsun… Korona olmasa Azrail’le özel bir anlaşma mı yapmıştın? Sen ki depremde de aynısını söylüyorsun, selde de, bayram trafiğinde de, terör ortamlarında da. Sigarayı, gıda sahtekarlıklarını da ekle. Sonra? Bunların risklerini ortadan kaldırmak için ne yapıyorsun? Ölmek için 86 ayrı olasılığımız vardı, 87 oldu. Bu mu sorunun? Bak ben sana bu sorunu çözmen için müthiş bir yöntem söyleyeyim, ölüm korkun hemen geçer…

Bol bol kelle-paça ye! 

Görüyor musun, her kültür kendi kültlerini nasıl oluşturuyor. Birbirinize çok yakışıyorsunuz.

Mozart öldüğünde 35 yaşındaydı. 600’den fazla eser bıraktı arkasında. 21’i sahne ve opera işleri, 50’den fazla senfonik eser, 25 piyano, 12 viyolin konçertosu başlıcaları. Tarihteki en büyük ve en etkileyici besteci kabul ediliyor bugün bile. 

Mustafa Kemal Çanakkale’yi savunurken 37, 300 yıldır geri çekilen Türk ordusuna bir taarruz planı yazıp Yunan ordusunu İzmir’den denize dökerek emperyalizmi bir kez daha rezil ederken 41 yaşındaydı. 

Şimdi sen söyle: Sen ne yapıyordun da yarım kaldı?

Koronavirüsün ilacı dayanışma

Bak dostum! Her şerde bir hayır arayan neslin torunuyuz biz. Evet bu gelişme tehlikeli. Sana daha kötü bir haberim var. Önümüzdeki bir yıl içinde sen gidip cep telefonunu değiştireceksin. IPhone 11, 12 ne bileyim artık sana ne uzatılırsa gidip onu alacaksın. Ve yine hep aynı şeyleri yapacaksın. İnşallah yakında etkisi geçecek diye tahmin edilen koronavirüs ise kendini değiştirecek. Ve bir gün yeniden karşına çıkacak. Bu defa ona Kovid-20 veya Movid-21 dersin, tıpkı iPhone 11, iPhone 12 gibi. Bir bak bakalım, genetik nasıl kendini yok eden şartlara direnip yeniden hayat buluyor?

Sen akıl sahibisin, sen neden hep aynı gaflette yakalanıyorsun?

Modern toplumların bilgiye erişimi çok kutsanıyor. Sağlık Bakanımız her gün hasta sayısını açıklıyor diye iletişim gurusu ilan ediliyordu neredeyse. Ben sayın bakanın iletişim danışmanı olsam, bu bilgiyi kürsüde açıklatmaz, her gün, günde iki kez yazılı bilgilendirme ile toplumla paylaşmasını, buna karşılık her sabah saat 9’da kameraların karşısına geçip toplumla dertleşmesini önerirdim.

Havadan, sudan… Dün akşam Bilim Kurulu ile toplandık, çok yorulduk, şunu tartıştık, bize en çok şu konuda soru geliyor, ben şu anda eve kapanıp oturmayı çok isterdim, günde şu kadar evimi arayıp çocuklarım evde mi diye kontrol ediyorum vs vs. 

Diyanet İşleri Başkanı’na halk yalvarıyor, namazları evde kılalım diye, o da bu yönde bir tedbir açıklıyor ama ucunu da açık bırakıyor, camilere isteyen girebilir diye. Bu çok teknik bir içerik. Oysa siz en azından Diyanet İşlerinden beklemez misiniz biraz daha beşeri bir içerik. Yahu herkes mi iletişim gurusu oldu. Hayır, bu iletişim salt teknik bir konu değil. PR danışmanları mı bu hale getirdi bu işi gerçekten anlamakta zorlanıyorum.

Topluma kim moral verecek?

Kadına şiddet denilince bilinçlendirme filmlerinde oynayan ünlü yüzler neredesiniz? Kimse kamu spotu çekmez belki sizi rahatsız etmemek için ama pes artık, en pahalı telefonlar elinizde. Çekin, yükleyin topluma moral verecek şeyleri.

İş nedeniyle daha önce tanıdığım ve dünya efendisi bir insan olarak bildiğim dünyaca ünlü kemancımız Cihat Aşkın ev konserleri başlatmış misal. Evet, bu güzel bir örnek. Halit Ergenç neredesin, biraz sohbet etsene toplumla. O sakin tavrınla, moralinizi yüksek tutun desene. 

Her gün birer fıkra, birer anı yüklesenize. Gülse Birsel, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz… Filmi gösterime gireceği hafta bizim mikrodalga fırının kapağında bile çıkan arkadaşlar. Haydi!

Bu işten başarıyla çıkmamızın ve bağışıklığı güçlendirmenin iki anahtarı var:

1. Tedbirler (responsibility)

2. Görmezden gelme (ignorance)

Görmezden gelme ile kayıtsızlığı birbirine karıştırmadan. Takip edin ama görmezden gelerek. Görmezden gelmek, görmemek değil, tam aksine, gördükten sonra alınan bir tavırdır. Takip etmezsek birinci şartı, yani tedbirleri kaçırabiliriz. Ama salt tedbir alır, ikinciyi yapmazsak, koronadan değilse de panik ataktan gidebiliriz.

Ben bazı öneriler yazacağım size. Yapın, gerçekten iyi gelecek…

* Önce en büyük zararlıdan başlayın: Whatsapp! Bunu doğru kullanın. Demiş ki, demişler ki, duydum ki diye başlayan içerikleri asla ciddiye almayın. Video görüntülerini de aynı şekilde. En büyük virüs yayıcı mecra Whatsapp. Bunun nedeni kültürel: Tanıdığımız insanlardan gelen içerikler dünyanın her yerinde en güvenilir içerik olarak kabul gördüğü için burası hepimizin yumuşak karnı. Burada aşırıya kaçanları uyarın, gönderdiği bir şey sahte çıkanı gruplardan atın veya atılmayı bir kural olarak gruba getirin. Unutmayın, gelen içerikte bahsi geçen kişi siz değilseniz bu sizin kriziniz değildir. Etkilenmeyin, paniğe kapılmayın, kimseyi de paniğe sevk etmeyin.

* Sosyal medya sitelerinde karşılaştığınız içerikleri de kısıtlayın. Öncelikle şunu unutmayın, Bilim Kurulu üyesi veya kriz yönetiminin herhangi bir yerinde görevli değilseniz, zaten şahsen sizin bir gelişmeyi anlık haber almış olmanızın insanlığa bir hayrı yok. Ben kimim sorusunu unutmayın. Günde üç kez, evet günde sadece üç kez girin ve genel gidişata bakın. Zaten işler henüz iyiye gitmiyorsa, günde üç kez herkesin yaydığı karamsarlığı siz de yükleneceksiniz demektir. Eğer ileri yaş grubundaysanız hiç bakmayın, daha iyi. “Ama merak ediyorum” diye bir şey yok, ben kimim diye bir gerçek var. Sosyal medya denetimsiz bir yer ve işsiz güçsüz insan sayısı zirvede. Uzak kalın!

* Eve kapanmak, modern şartlardan uzaklaşmak, alışkanlıkları terk etmek size kendinizi kötü hissettirecek. Şimdi paylaşım listeleri geliyor, şunları izleyin, okuyun vb. Ben size sadece tek bir şey önereceğim izlemek, okumak adına: 1950’lere dönün. 50’lerin en donanımlı şartları bile bugün kapandığınız evdeki şartlardan daha geride. Sinatra dinleyin, Türkçe olsun diyorsanız Zeki Müren veya Ajda Pekkan dinleyin. Slow şarkılar dinlemeyin. Mad Men dizisini (dönem dizilerini) tekrar izleyin. Hem belki bir kez daha, korona çıkmasaydı biz neye hizmet ediyorduk diye sorgulamanıza yardımcı olur. Çünkü hepimiz bize iyi gelecek bir hayatı değil, dayatılan bir yaşam biçiminde bize iyi gelmesine alıştığımız şeyleri rutine bağlıyorduk. Henüz insanlık bir şey kaybetmiş değil.

* Geleneksel medyaya (tv, radyo, gazete) bakma sürenizi azaltın. En temel şeyleri anlama ve öğrenme ile sınırlı tutun. Tedbirli olmak, sorumlu davranmak adına yapılacakları izleyip sonra başka içeriklere geçin. Bol bol yürüyüş yapın, bol bol uzun telefon görüşmeleri yapın. Temas şart değil, konuşmak, paylaşmak iyidir. Anıları konuşun, sağdan-soldan duyduğunuz saçmalıklara konu gelirse hemen konuyu değiştirin.

* Yaşlı anne-babalar ile olanaklar izin veriyorsa düzenli görüntülü görüşmeler yapın. Olanakları yoksa fazla cihazınız varsa onlara da sağlayın ve öğretin. Sizi her gün görmek onlara iyi gelecektir.

* Milenyum kuşağından biriyseniz lütfen gerçek olayları anlatan dram filmlerini izleyin. Hem izlemek  kolay anlamanıza yardımcı olur, hem de siz doğmadan önce dünyanın ne kadar ilkel olduğunu, aslında en şanssız kuşak olmayı bırakın, tarihteki en şanslı karantina ortamında yaşadığınızı görmüş olursunuz. Film bitince internet marketlerinden evde azalan şeyleri ısmarlamayı da ihmal etmeyin. Yazı yazarken kahkaha atamıyoruz, çok yazık!

* Gelecek korkusu ise ortak duygumuz. Güncel ekonomik şartlarımız, sorunlarımız da öyle. Bunun için dikkatli olmamızda fayda var. Bu tip büyük krizlerden sermaye hep en az kayıpla çıkar. Devlet umarım en kısa sürede, ücretlilerin hakları için daha kapsayıcı ek tedbirler de alır.

Kamu yönetimindekilere de tavsiyelerim var:

* Kamuoyuna açıklama yaparken belli yerlerde tebessüm edin. Tebessüm ile güven arasında ilginç bir bağ vardır. Tebessüm yeri ve biçiminize göre güven yaratır veya yok edersiniz. Ancak bu toplum sizi her gün kürsüde görecek ve bu iş yavaş yavaş algıda “kürsüye geldiyse yine bir felaket haberi geliyor” düşüncesi yaratacak. Toplumla dertleşin. Niceliksel bilgilendirmeleri yazılı yapın.

* Lütfen, bu toplumu seviyorsanız, gece saatlerinde açıklama yapmayın. Korkuyu artırmaktan, toplumda kaygıya bağlı hastalıkları tetiklemekten başka bir işe yaramaz. Akşam umut aşılayın, sabah bilgi verin. Gündüz saatlerinde yazılı olarak genel durumu paylaşın. Gece ile uyku, uyku ile deneyim, deneyim ile duygular arasında koparılamaz bağlar vardır. Bir toplumun tamamını ruh hastası yapmak istemiyorsak akşam saatlerini sadece tedbirlerle ilgili bilgilendirmelere ayıralım.

* Toplumun ünlü isimlerine çağrı yapın. Herkesi toplumsal morale ve krize katkı sunmaya çağırın.

* Topluma tedbir almasını önermekle yetinmeyin. Şaka değil, bu toplum kendi doğurduğu bebeği bile arabanın ön koltuğunda, kemersiz, kucakta taşıyan bir toplum. Zengin, fakir fark etmiyor. Zengin arabalarına bak, hepsinin oğlu-kızı tavan camından kafasını çıkarıyor araba otoyolda giderken. Bu toplum tedbir almaktan filan anlamaz. Toplum güzellemesi yapalım, tamam. Bence de bu toplumun çok güzel ve üstün meziyetleri var. Ama tedbir almak bunlardan biri değil. Tedbir, denetimle takip edilmezse sonuç hüsran olur. Denetim ve cezalar görünür ve caydırıcı olmalı.

* Bilim Kurulu’na PR’cı aldınız mı? İletişim Başkanlığı ile eşgüdüm var mı?

* İletişim Başkanlığında “koronavirüs kamu diplomasisi takımı” kuruldu mu?

* Diyanet İşleri Başkanımız cuma günleri internetten canlı yayında tüm insanlık için dua okuyabilir. Vatikan bu uygulamaya geçti. Halkımıza da moral olabileceğini düşünüyorum. Tedbir almakla ilgili hadis-i şerife atıf yapmak yetmez, Diyanet tedbir almak, sorumlu olmak, kul hakkı ve idrakli olmak üzerine birçok video çekip her gün veya gün aşırı internetten yayınlayabilir.

Her bir kurum için bir şey yazmam gerekmez. Amacım, krizin nasıl ele alınması gerektiği konusunda ilham verebilmek. 

Ben kimim? Tüm bunlar geçince “ne günlerdi” diye anacak olan mıyım? Yoksa, ne olacak yahu deyip, ileride anılacak olan mıyım?

Son olarak şunu tekrar söylemek istiyorum: Bugünler inşallah en az kayıpla bir an evvel geçip gitsin. Allah tüm insanlığı tekrarından ve beterinden korusun. Ama biz insanlar şunu soralım; her şey geçip gittikten sonra dönüp kaldığımız yerden devam edeceğimiz şey bu nafile çevirdiğimiz çark mı olacak, yoksa bu beladan öğrenebileceğimiz, farkına varacağımız şeylerle hırsımızı biraz geriye atıp insanlık hayrına daha doğru hedefler için çalışmak mı?

Salgın başladığından beri atmosferdeki kirliliğin azalmış olması bile çok büyük bir ilham vermeye yetti de arttı bana göre. Şimdi, tüm bu ilhamlara karşı ders alan biri olmak mı, idraksız bir hayatı yaşamaya, debelenmeye devam edenlerden olmak mı, herkes kendi kararını versin.

Soru basit: Ben kimim?